Selamlar!

Bu blog, 23–26 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz Ankara gezisinde edindiğim kişisel deneyimleri, mimari gözlemlerimi ve duygusal anları belgelemek için oluşturuldu.

İç Mimarlık öğrencisi olarak, bu gezi yalnızca tarihi yapıları görmek değil; aynı zamanda mekânların kimliğini, detayların öyküsünü ve tasarımın anlamını yerinde keşfetme fırsatıydı.

Bu blogda, günlük anlatıların yanında; çizimler, fotoğraflar, detay eskizleri ve sınıf içi bilgilerle bağ kuran mimari notlar da bulacaksınız. Keyifli gezmeler dilerim!

1. Gün — Yola Çıkmak: Bir Şehrin Eşiğinde

Her şey 23 Mayıs Cuma günü saat 15.00’te başlamalıydı. Ama Ankara yolculuğumuz, adeta “şehirler arası trafikle başa çıkma” dersi gibi başladı. Otobüsümüz teknik nedenlerden ötürü 17.00’ye ertelendi; o saate de yetişemedik. Sonunda 18.30 gibi hareket edebildik. İstanbul’dan çıkarken aklımda sadece Ankara’nın mimarisi yoktu; bu geziye dair büyük bir heyecan da vardı.

Uzun bir yolculuğun ardından gece saat 02.00 civarında Zonguldak Amelebirliği Konukevine vardık. Bitkin haldeydik. Oda arkadaşım İhsan’la birbirimize bir iki yorgun bakış attık ve kendimizi yatağa bıraktık.


O gece şehir uykudaydı; biz ise şehrin eşiğinde, uykunun derinliğindeydik.

2. Gün — Zamanın Katmanları: TBMM’den Roma’ya

Sabah 07.30’da gözümü açtığımda Ankara hâlâ tanıdık değildi. Alt kata kahvaltıya indiğimizde karşımızda salatalık, domates, zeytin, peynir ve reçelden oluşan klasik bir kahvaltı vardı. Oysa ki patates kızartması beklemiştim. O an kahvaltının mimarisiyle beklentilerim arasında bir boşluk oluştu. Neyse ki menemen bu hayal kırıklığını biraz olsun onardı.

Saat 10.30’da Ulus Metro İstasyonu’nda buluştuk. İlk durağımız Ankara Palas oldu. Girişte bizi TÜRSAB görevlileri karşıladı, geldiğimiz aracın kurallara uygun olmadığını söylediler. Biz de durumu okula bildireceğimizi iletip gezimize başladık.

Ankara Palas, gezimizin ilk durağıydı ve daha bahçesine adım attığımız anda taşıdığı tarihî atmosfer kendini hissettirdi. Dış cephesindeki simetrik kurgu, kemerli pencereler ve saçak altındaki zarif işlemeler yapının hem görkemli hem de ölçülü duruşunu yansıtıyordu.

Geleneksel mimari detaylar, genç Cumhuriyet’in modernlik arayışını geçmişin estetik diliyle birleştiriyordu. İçeriye girdiğimizde geniş, yüksek tavanlı bir fuaye bizi karşıladı; duvarlardaki sade süslemeler, büyük aynalar ve ferforje detaylı korkuluklar mekâna zarif bir karakter kazandırmıştı.

Tüm bu unsurlar, yapının yalnızca konukları ağırlamak için değil, aynı zamanda bir dönemin temsili mekânı olarak da tasarlandığını açıkça gösteriyordu. Ankara Palas, mimarisi kadar hatıralarıyla da ağır bir yapı; duvarlarında Cumhuriyet’in ilk adımlarına tanıklık etmiş bir sessizlik vardı.

Oradan 2. TBMM binasının bahçesine geçtik. Küçük bir şelale vardı ve bu yeşil alan mimariyle doğanın iç içe geçmiş hâlini sunuyordu. Dış cephedeki taşlar dikkat çekiciydi; özenle kesilmemiş taşlar maddi imkânsızlıkları yansıtıyordu ama yapı hâlâ dimdik ayaktaydı.
Belki de güçlü olan, kusurlarını örtmeyendi.

Binanın anıtsal girişi ulusal mimarlığın tüm özelliklerini taşıyordu. Cephedeki aydınlatma lambaları, üst kattaki tören balkonu, tüm yapının anlama yüklediği ağırlığı destekliyordu. İçeri girince ilk karşılaştığım şey özel tasarımlı bir vestiyer oldu. Asılı duran askıların bile bu yapıya dair bir dili vardı.

Ardından büyük meclis salonuna girdik. Geniş hacimli salon ve geometrik bir düzen. Burada çok sayıda fotoğraf çektim. Üst katta koltuklara dikkat ettim ve çizim yapma amacıyla farklı açılardan çekimler yaptım.

Yürüyerek Danıştay Binası’na geçtik. Bu yapı, modernist mimariye yakın bir üslupla tasarlanmış. Önceki yapılarda gördüğümüz tarihsel referanslar burada yoktu. Giriş anıtsal olmaktan çok uzaktı; hatta belki de bilinçli bir yalınlık tercih edilmişti.

Sonrasında İş Bankası Binası karşımıza çıktı. Giulio Mongeri’nin tasarımıydı. Cephesi çok katmanlı, detaylı ve dikkat çekiciydi. Meydandaki bir heykele doğru bakıyordu. Giriş sütunluydu ve bizi içeriye davet eder gibiydi. İçeride Hermes figürünün yer aldığı bir vitray gördüm — bereket ve hız tanrısıymış. Bu bankacılık sektörüyle güçlü bir bağ kuruyordu.

Banko alanı, üst kattaki vitraylar, sahne gibi düzenlenmiş alanlar… İçeri adım attığınızda sadece paranın değil, mimari detayların da dolaştığını hissediyorsunuz. Ayrıca ilginç bir pencere kilit mekanizması, Fransız balkon tipi bir pencere, İTÜ’ye verilmiş bir ödül, kütüphane görüntüsü ve estetik bir iç mekan maketi dikkatimi çekti.

Ankara’da gezerken Cumhuriyet dönemine tanıklık etmiş iki özel yapıyı görme şansımız oldu: Eski Valilik Binası ve Başvekâlet-Maliye Vekâleti Binası.

1897’de açılan Valilik binası, Atatürk’ün de bir dönem çalışma odası olarak kullandığı tarihi bir yapı. 2019’dan bu yana Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’ne ait.

Başvekâlet Binası ise 1926’da yapılmış; bir dönem Başbakanlık, Maliye ve Gümrük Müsteşarlığı burada görev yapmış. Bugün yine aynı üniversitenin rektörlük binası olarak hizmet veriyor.

Yürüyerek Hacı Bayram Veli Türbesi ve çevresindeki çarşıya geçtik. Türbenin hemen yanında Roma dönemine ait kalıntılar vardı. Augustus’un yaptırdığı bir tapınaktı bu, kesişimleri ise oldukça etkileyiciydi.

Ankara’nın kalbinde, tarihle iç içe bir mola noktası: Suluhan. 1500’lü yıllarda inşa edilen bu tarihi han, Osmanlı döneminden günümüze ulaşan sayılı ticaret merkezlerinden biri.

Kesme taş duvarları, avlusu ve kemerli geçitleriyle zamanın izlerini taşıyor. Günümüzde küçük dükkanlar, el işi ürünler ve kahve kokularıyla yaşayan bir atmosfere sahip.

Hem alışveriş yapmak hem de geçmişe kısa bir yolculuk yapmak isteyenler için ideal bir duraktı.

Ankara’nın en etkileyici müzelerinden biri olan Anadolu Medeniyetleri Müzesi, bizi binlerce yıl öncesine götürdü. Paleolitik Çağ’dan Roma dönemine kadar uzanan zengin koleksiyonlarıyla adeta bir zaman tüneline girdik.

Hitit tabletleri, Frigya heykelleri ve daha niceleri… Her vitrin, Anadolu’nun ne kadar köklü bir tarihe sahip olduğunu bir kez daha hissettirdi. Müzenin atmosferi ve sunum dili de oldukça etkileyiciydi — sakin, öğretici ve merak uyandırıcı.

İhsan’ın yalnızlığını temsil eden bir görsel:

Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin hemen yanı başında yer alan Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi, bizi hem arkeolojik hem sanatsal anlamda bambaşka bir dünyaya taşıdı. Koleksiyon, Roma, Bizans ve Urartu dönemlerine ait zarif eserlerle doluydu. Müze sadece geçmişi değil, aynı zamanda günümüz sanatına da kapı aralıyor. Sakin atmosferi, modern sergileme dili ve etkileyici kafe alanıyla şehrin ortasında huzurlu bir kaçamak gibi hissettirdi.

3. Gün — Patatesli Kahvaltıdan Anıtsal Sessizliğe

Bu kez güne mutlu başladık çünkü… kahvaltıda patates kızartması vardı!
Bir önceki sabahın hayal kırıklığını telafi eden bu küçük detay, günün geri kalanı için moral verici oldu.

10.00’da Tandoğan Metro İstasyonu’nda buluştuk. Şoförümüz poz verdi, ben de hemen fotoğrafını çektim. Ardından Anıtkabir yolculuğumuz başladı.

Anıtkabir, yalnızca bir anıt mezar değil; aynı zamanda bir mekân dili, bir duygu alanı.

Arslanlı Yol’un girişinde bizi heykeller karşıladı. Bu yolda yürümek, bir hatırlama ritüeli gibi hissettirdi. Tören meydanına geldiğimizde nöbet değişimine denk geldik. Her hareket, her bakış simetrikti.
Bu düzenlilik, mekânın verdiği ağırlıkla birleşince insanı ister istemez saygıya davet ediyor.

Revakların tavanlarında harika işlemeler vardı. Gözünüzü yukarı kaldırdığınızda hem renk hem desenle buluşuyorsunuz.
Anıt bloğun içine girdiğimizde ise kelimeler tükendi.
Sessizlik mekânla birleşmişti.

Sonrasında Ulus tarafında kısa bir gezintiyle Ziraat Bankası ve Merkez Bankası binalarını gördük.

İçeride yine vitraylar, eski gazete örnekleri, görsel gösteriler vardı.
Birkaç koltuk, pencere kilit detayları, çeşitli afiş örnekleri ve iç mimarinin atmosferiyle bütünleşen ışık şovlarını inceledik.

Ziraat Bankası’nın karşısında Yunus Emre Enstitüsü binası vardı. O da aynı mimara aitti; Giulio Mongeri’nin izleri netti.

Ankara gezimizin en etkileyici duraklarından biri, tarihi atmosferi ve görkemli yapısıyla Ankara Resim ve Heykel Müzesi oldu. Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan bu özel yapı, sadece içindeki eserlerle değil, aynı zamanda sahne kısmıyla da dikkat çekiyor. Geniş salonlarda sergilenen resimler ve heykeller, Türk sanatının gelişimini gözler önüne seriyor.

Müzenin sunduğu sakinlik ve estetik düzen, ziyaretçilere sanatla dolu dingin bir zaman sunuyor. Özellikle klasik Türk ressamlarının eserlerini yakından görebilmek çok değerliydi. Kısa süreliğine de olsa gündelik hayatın dışına çıkmak ve sanatın büyüsüne kapılmak isteyenler için bu müze kesinlikle görülmeye değer.

Bu müzenin sahne kısmı ise bize özel olarak gezdirildi.

İhsan burada bir kez daha yalnızdı — ama bu sefer sanki sahne onunmuş gibi.

Dönüş Yolculuğu — Toz Gibi Uçuşan Anılarla

Otobüs yolculuğunda ise teslim etmem gereken ödev için portfolyo tasarımıyla uğraştım.

Bolu’da bir tesiste durduğumuz sırada ise rüzgar ve polenlerin birleşimiyle eşsiz bir görüntü bizi karşılamıştı.

Gezimiz sanatsal, doğal ve ruhsal anlamda oldukça yoğun bir şekilde sona erdi, bir sonraki blogda görüşmek üzere!

© 2025 buharistudio. tüm hakları saklıdır.